Yükleniyor...
Deli La Bu Örtmen


 
 
1975 yılında o tarihlerde ilçe değil bucak olan, Sivas'ın Ulaş'a bağlı Karacalar köyü'nde öğretmenlik yapan Yakup Kıvrak'ın anılarını öyküleştirdiği Deli La Bu Örtmen kitabını okumak gerek...
 
 
 
 
 
Yakup Kıvrak / müzik eğitimi akademisyeni, öğretmen - yazar - çellist - gitarist ve orkestra şefi                                                                                                  
1957 Afyon doğumlu. 1975'den itibaren üç yıl köy öğretmenliği, iki yıl ortaokul müzik öğretmenliğinin ardından 1981’de Gazi Yüksek Öğretmen Okulu Müzik Bölümü’ne viyolonsel asistanı olarak girdi. 1981 - 2001 yılları arası Gazi Üniversitesi'nde, 2002 - 2005 yılları arası da İnönü Üniversitesi’nde öğretim üyeliği görevleri süresince bu kurumlarda akademik ve sanatsal çalışmalarının yanısıra müzik eğitimine ilişkin viyolonsel, klasik gitar, okul çalgıları, toplu çalma eğitimi ve orkestra gibi dallarda lisans, lisansüstü, sanatta yeterlik ve doktora düzeyinde dersler verdi. Özel ve resmi eğitim kurumlarında danışmanlık hizmetinde bulundu. Öğrenci müzik toplulukları eğitim ve yönetimine ilişkin inceleme ve araştırmalar yapmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde bulundu. Hazırlayıp yönettiği gençlik müzik topluluklarıyla yurt içi ve yurt dışında çok sayıda konser verdi.

 

 

 

DELİ LA BU ÖRTMEN

Eğitimcilik mesleğime 1975 yılında Sivas’ın Ulaş bucağına bağlı Karacalar köyünde başladım. Ulaş o tarihlerde ilçe değil, bucaktı.

Karacalar’a öğretmen olarak geldiğimde henüz on sekizime yeni basmıştım. Burada bulunduğum üç yıla yakın süre benim için bir hayat okulu oldu. Elektrik, su yoktu. Suyu çeşmeden alırdık. Ulaş’a gidebilmek için on kilometrelik şose yolu yürümek veya giden bir traktörlü komşuyu beklemek zorundaydık.

Köyün toplam nüfusu üç yüz elli dolayındaydı. Hepsiyle çok iyi ilişkiler kurdum, acı tatlı anılarımız oldu. Buradaki yaşamım bende öyle büyük yer etmiş ki, ayrılışımdan yıllar sonra 2010 yılında bu anılarımı yazmaya karar verdim ve Deli La Bu Örtmen adlı kitabımı yazıp yayınladım. Kitap yayınlandığında ilgi gördü. 2012 yılında müzik dergisi Andante tarafından ödüle lâyık görüldü.

Aradan kırk yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen orada okuttuğum öğrencilerim hâlâ beni arar hatırımı sorarlar. Öğretmenlik böylesine yüce bir meslek işte…

Deli La Bu Örtmen kitabımı yazarken çok keyif aldım. Diyaloglarda Sivas’ın yerel şivesini kullandım ve çoğunlukla eğlenceli anılarıma yer verdim. İsmi geçenlerin çoğu yıllar içinde rahmetli oldu, ölenlere rahmet dilerim, yaşayanların kulakları çınlasın.

Bu kitabımdan seçtiğim iki hoş yaşanmış öykümü sizlerle paylaşıyorum.

 

 

BİR KERMEYE BİR TÜRKÜ

Bilgisayar teknolojisi her yanıyla çok âlem gerçekten. Neredeyse yapılamayan iş yok bu aletle. Şimdi bir de Google Earth çıktı. Ara sıra Google Earth programını açıp geçmişte yaşadığınız yerleri havadan dolaşmak size de keyif veriyor mu? Sık sık yaparım bunu. Sanki özel küçük bir uçakla geziyormuşsunuz gibi oluyor. Geçenlerde Karacalar’ı buldum, zor olmadı. Önce Kangal, sonra da asfaltı izleyerek Ulaş. İşte o güzel Devlet Üretme Çiftliği. Şuradan sapan yol benim defalarca yürüdüğüm on kilometrelik köy yolu. Köyleri etiketlemişler zaten, Ekincioğlu’dan sonra Karacalar, ötesinde Yapalı ve Baharözü yazıyor ekranda.

Karacalar Deresi, yolun paralelinde görülebiliyor ve yol ile köy arasından akıyor. Köye girebilmek için kötü bir köprünün üstünden geçiyorsun. İşte cami, önünde mezarlık, şurası da benim okul. Efil Üfül öğretmen ile Kör İmam tam şurada yumruklaşmışlardı. Aha da Garpuz Memed’in evi. Şu benim çamur sıvalı, toprak damı her yağmurda akan lojmanım olmalı. Bunları uydu teknolojisiyle görebilmek çok hoş.

O da ne? İleride Yapalı’ya doğru derenin devamında bir göl, o zamanlar yoktu. Ekranda üzerine doğru süzülüyorum, etiket: “Karacalar Barajı.” Karacalar Dere’sinin önünü kesip baraj yapmışlar sonradan, alabalık da vardır mutlaka. Hacıyagup ince belli çay bardağından içtiği rakısına meze yapmak üzere balık tutmaya geliyor mudur acaba?

 

 

KARACALAR - 1975

Köye girebilmek için üstünden geçmek zorunda olduğumuz köprü daracık, yıkıldım yıkılacağım diyordu. Bir gün muhtar dedi ki; 

“Hoca, muracaat ettiyidik, yeni köprü yapacahlarımış buraya.”

Gerçekten de bir hafta sonra bir ekip geldi. Başlarında ihaleyi kazanmış olan fötr şapkalı, göbekli müteahhit... Önce eski köprüyü yıktılar, sonra yenisinin inşaatı başladı. İnşaatın seyrini izlemek çok hoş. Her gün paydostan sonra gidip ustaları, işçileri izliyorum. Bugün Hacıyagup ve Garpuz Memed’le beraber inşaatın kalıp tahtalarının sökülmesini seyrediyoruz.

Hava çok sıcak. Yukarıda serin ağaç gölgesine kurulmuşuz üçümüz de, Hacıyagup, aşağıda inşaatın kalıp tahtalarını sökmeye uğraşan kan ter içindeki işçiye bağırıyor:

“La nöörüyon, önce şu önündeki beşe onu söksene, tahta depene düşecek gebereceen.”

Hacıyagup eski inşaat işçisi ya, bilir bu işleri. İşçi canı burnunda zaten bağırıyor aşağıdan;

“De get la başımdan!”

Bir de okkalı küfür sallıyor, bizimkiler “keh keh” gülüşüyorlar yine. Foterli ve göbekli müteahhit yanımıza geliyor, önceden tanışıyoruz zat-ı muhteremle:

“Selamünaleyküm gomşular.”

“Aleykümselam.”

Biraz havadan sudan sohbet. Az sonra Garpuz’un aklına geliyor:

“Bu sökülen galıp tahtalarını niidecan?”

“Yeni galıpda gullanılmaz. Alan olursa satacaaz, gışın yaksın.”

Hacıyagup bana bakıyor:

“Hocam sende para bol, her ay tıkır tıkır maaş… Al bunnarı, tezeğinen uğraşmazsın bu gış. Ben de yararım sana bi gözel, ıscak ıscak otur gış boyu.”

Bedavadan yarmayacak elbette. Konuya sıcak baktığımı görünce müteahhit hemen elime yapışıp sallamaya başlıyor. Usuldendir, pazarlık yapılacak. Tahtaların hepsine birden bir fiyat söylüyor. Ben nereden bileyim, hayatımda odun, tahta almamışım. Komşuların da yardımıyla bir fiyatta anlaşıyoruz ve satın aldığım çıkma kalıp tahtalarını Ömeraa’nın traktörüyle lojmanın önüne yıkıyoruz.

Sonradan öğreniyorum ki, verdiğim para ile Ulaş’taki oduncudan bunun üç misli odun alabilirmişim. Bir de kışın ortasında odunlar bitiverince Garpuz Memed iyi dalga geçmişti benimle:

“Bakıyom tezeğe kermeye dönüş yapdın hoca. Ben sana yollarım Şengül’nen her gün marağ etme, üşütmeyiz seni. Hemi para da istemez, bi kermeye bi türkü dıngırdarsın, olur biter.”

Ardından her zamanki sevimli kahkahası.

Köprü bitmek üzere, son olarak korkuluklarını takacaklar ve bitecek. Yalnız başıma biraz izledikten sonra dönüşte yol üstü bakkal Fazlı’ya uğrayıp iki paket sigara alıyorum. Bir süreden beri Birinci içiyorum, Bafra’dan daha ucuz. 

“Deftere yaz Fazlı.”

Karnım aç, gideyim lojmana, iki yumurta kırayım, sonra gitar çalışırım yine.

Alhambra Anıları iyi kötü bitti. Tarrega Albüm’den Arap Kapris’e başladım. Epeyce zorluyor ama nefis bir eser. Tam çalışmaya başlayacakken dışarıdan Ömeraa’nın sesi:

“Hoca gapıyı aç geliyoz.”

Bazen böyle estirir, üç beş kişi birden gelirler. Küçücük odaya doluştuk. Yine neşeli, ağır şakalı, esprili bir sohbet.

Garpuz Memed: “Hoca, şu senin dımbırtıynan çal bi şeyler, dinneyek.”

Cingöz Sadettin: “La sen ne annayacaan bunun müzüğünden… Hoca sen bahma ona, teybe dak bi dene Murat Çobanoğlu atışması, onu dinneyek.”

Hacıyagup: “Hocam, gitar mı diyon, gatır mı diyon, bunnan türkü çalınmaz mı, çalınmazsa ne deye daşıyon yanında?”

Hadi şunlara yakınlarda yaptığım “Uzun İnce Bir Yoldayım” düzenlememi çalayım bari diyorum. Bakarsın yavaş yavaş çok sesli müziğe ısındırırım, kim bilir? Gitarımı alıp yaptığım türkü düzenlemesini çalıyorum. Çaylar höpürdüyor, tütünler sarılıyor, sohbet de edecekler ama, ayıp olmasın diye dinler gibi yapıyorlar.

Son bir umut: “Garpuz Memed, Mektebin Bacaları’nı söyle hele,” diyorum. Gitarda akorlarla eşlik edeceğim. Söylemeye başlıyor, ben de basit akorlarla eşlik ediyorum, bu da açmıyor.

“Hocam, gozünün yağını yidiğim, saz öğren saz!”

Âşık Murat Çobanoğlu’nun bir kaseti var, teybe onu takıyorum.

“Haşşöle hocam! Bu Çobanoğlu’nun bi de Kiziroğlu Musdafa türküsü varıdı. O da varısa onu da dinneyek. Birazdan Kör Hoca Yatsı’yı okur, camiye giderik.”

 

 

KIVIRCIK KUZU MEVSİMİ

KARACALAR - 1976

İkinci ders yılı, ilk haftalar, günlerden Cuma. İlk derse girdik, dördüncü, beşinci sınıflara Türkçe kitabından okuma ödevi verdim, birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarla matematik dersi yapacağım. Dışarıda hava güzel, hafif çiseleyen Eylül yağmuru var. Ebemkuşağının muhteşem görüntüsü eşliğinde nemlenen toprağın buram buram ıslak kokusu, hafif tezek kokusuyla birleşip açık camdan içeri doluyor. Bayılırım bu kokuya, hastasıyım.

İleriden okula doğru gelen bir araba görüyorum, Baharözü Okul Müdürü’nün Anadol’u galiba. Okulun önüne park ediyor ve Baharözü Okul Müdürü iniyor. O da ne, öbür kapıdan inen şu geçen sene Ulaş Çiftlik İlkokulu 23 Nisan Şenliği’nde ekibimizle birlikte mandolin çalan kız öğretmen değil mi? 

Sevinerek dışarı koşturuyorum:

“Hoş geldiniz hocam, hayırdır?”

“Selamünaleyküm, hoş bulduk hoca, hazırda çayın var mı?”

“Lafı mı olur, hemen demleriz hocam, buyurun.”

Onları küçük müdür odasına alıyorum.

“Yok yok çay demleme hoca, müsaitsen seni almaya geldik, Baharözü’nde içeriz çayı. Cuma bugün nasıl olsa, çocukları paydos et, bizim okulda toplantı yapacağız. Ekincioğlu ve Yapalı’nın öğretmenleri de gelecek.”

“Ne toplantısı hocam?”

“Bu seneki 23 Nisan’ı hep beraber Baharözü’nde yapalım diyoruz. Geçen sene Ulaş’ta yapılana biz katılamamıştık ama çok güzel olduğunu duydum. Seninkilerle beraber dört köyün çocuklarını bir araya getirip bir şeyler yapalım. Ne dersin?”

Ne diyeyim, arayıp da bulamadığım şeyler. Hem 23 Nisan’a altı ay var daha, neler yaparız neler… Sınıfa gidip çocuklara hafta sonu ödevlerini verip paydos ediyorum. Sevine sevine, bağıra çağıra evlerine koşuyorlar. Okulun kapısını kilitledikten sonra müdürün arabasına biniyoruz, onlar öne ben arkaya.

Mutlaka takipteyimdir, etrafa bakınıyorum: Hepsi birden kapılarının önünde bir iş icat etmiş, yan gözle bizi izliyorlar. Seferaa’nın suratını görüyorum. Muzip muzip gülümseyip evinin önünde, güya bir tahtaya çivi çakmaya uğraşan ve bizi gözetleyen Garpuz Memed’e göz ediyor. Akşama dillerinden çekeceğim var, belli. Kör İmam bile Cami’nin önüne çıkmış, gereksiz yere yerleri süpürüyor, hiç yapmaz oysa. Pörtlek gözü Anadol’da, habire süpürüyor.

Yeni yapılan köprünün üstünden geçip Baharözü yoluna çıkıyoruz.

“Bu köprü de eyi oldu be Yakup hoca, eskisinin üstüne arabayı sürmeye korkuyordum. Hem senin de işine yaramış, geçen kış odununu buradan sağlamışsın.”

Gevrek gevrek gülüyor, öğretmen kız da kikirdiyor yanında. Kazıklandığımı duymayan kalmamış anlaşılan, civar köyler dâhil, yedi düvele yayılmış.

“Öyle oldu hocam, kışın devamını tezek yakarak tamamladık şükür.”

Yol üstü Yapalı’nın iki öğretmenini de alıyoruz, Baharözü İlkokulu’na ulaşıyoruz. Ekincioğlu’nun benim gibi yalnız öğretmeni Mesut hoca da gelmiş. Hepsiyle Sivas Millî Eğitim Müdürlüğü muhasebesindeki maaş kuyruğundan tanışıyoruz. Geniş müdür odasında, çaylı sohbet eşliğinde önümüzdeki 23 Nisan’ı planlıyoruz.  Her köy bir görev üstleniyor. Şiir korosu, halkoyunu, piyes vs. Benimki belli zaten: Koro-orkestra.

“Bu defa benim koro-orkestraya dört köyün öğrencilerinden de katılım olsun, daha gösterişli olur,” diyorum.

“Olur mu ki?”

“Olur, olur. Ben size türküleri marşları öğretirim. Siz de öğrencilerinizden yirmişer kişi seçersiniz, şöyle sesi, kulağı iyi olanlardan, öğretir çalıştırırsınız. 23 Nisan günü erkenden burada toplanır bir ortak çalışma yapar, sonra da konserimizi veririz. Bence çok güzel olur.”

Biraz tereddütlü bakıyorlar ama müdürün hoşuna gidiyor bu öneri:

“Olur, Yakup hoca, yaparız, çok da güzel olur.”

Toplantımız biterken bakıyoruz köyün camii de boşalıyor, Cuma'dan çıkıyorlar. Bizimkiler de çıkmışlardır, evlerine dağılmış olsalar bari.

“Hadi hocalar sizi köylerinize bırakayım, ben de Ulaş’a devam edecem zaten.”

“Hocam sen hiç girme köprüye, ben şuradan yürüyeyim okula kadar.”

“Eyi Yakup hoca, Ulaş’tan var mı bi istediğin?”

“Yok hocam, sağol, ben programı hazırlayınca toplanırız arkadaşlarla, çalışmaya başlarız. Hadi hoşça kal.”

***

Geçen yıl kalıp tahtalarından kazıklandığım yeni köprüden yürüyüp, caminin önünden geçip lojmanıma gideceğim.

Amanın, eyvahlar olsun, Cuma'dan çıkmışlar, hepsi birden caminin dış duvarına çömelip yaslanmış oturuyorlar. Beni görmemiş olsalar yolu uzatıp Muhtar’ın evinin üstünden dolaşıp okula gideceğim ama kaçış yok, gördüler bir kere.

“Selamünaleyküm gomşular.”

İlk sözü Seferaa alıyor:

“Aleykümselam hoca, nöörüyon, nerden geliyon bööle okul vakti?”

Baharözü’nden geldiğimi hepsi biliyor. Sabah gördüler zaten Anadol’la gittiğimi.

“Hoca gel hele, sırtını bari yasla şu cami duvarına da belkim oradan azıcık suvap gazanırsın.”

Oturup yaslanıyorum onlar gibi.

“Seferaa, böyle sırt yaslayana sevap yazmaz yaradan da, artık senin kazandığın sevaplardan belki birazı bize düşer, sayende Cennet’te ufak bi yer buluruz kendimize.”

“La herif, saa zırnık koklatmam suvabımdan. Anca yaradanıma senin için aracı olurum, recada bulunurum: ‘Yeri göğü yaradan, esirgeyen, bağışlayan… Sen bu Yagup kulunu affeyle, Cehenneminde az yak,’ dirim. ' zarar ziyanı da yoğudu kimseye,’ dirim. ‘Hemi bu gadar yandığı da yeter, çıkar Cehenneminden emme Cennete de getirme, dursun ortalarda bi yerde,’ dirim.”

Seferaa’nın her cümlesinin ardından hep beraber kahkahayı basıyoruz. En yüksek kahkaha Kör İmam’dan:

“Seferaa, ‘Cennete de getirme,’ dedin de, sen gendini orada mı olacaan sanıyon?”

“La Baattin hoca, Rabbim Cennetinde yerimizi hazırlamışdır elbet. Sen Yagup Oretmenin yanında birazıcık yanarkene senin için de bi recada bulunuruk,  seni de gurtarmış oluruk.”

Yine kahkahalar. Adilaa konuyu değiştiriyor:

“Hoca, gıvırcık guzu mevsimi şu ara. Sana eyisinden bi guzu kesek, gavurma yapıp iki tenekeye basak, gış boyu yirsin.”

Adilaa, Seferaa’nın kardeşi. Köyde celeplik yapan birkaç kişiden biri. Bu sebepten hali vakti, giyimi, kuşamı, yaşamı da oldukça iyidir, köstekli saati bile var. Gider canlı hayvan alır civar köylerden, biraz besler, sonra iyi kârlarla satar etrafta. Anlaşıldı, bana da bir kuzu satacak, dikkatli olmalı. Geçen sene müteahhitten yediğim “odun kazığı” bile unutulmadı daha.

“Olur Adilaa, kaça vereceen?”

“Hocam, lâfı mı olur, düşündüğün şeye bah, saa para deyen mi var? Dut hele elimi.”

Seferaa arkadan “alma” gibisinden göz ediyor ama eli kaptırdık bir kere.

Hacıyagup: “Al hocam al, barabar yirik.”

Garpuz da başıyla onaylıyor.

Bir canlı kuzunun kaç para edebileceği konusunda hiçbir fikrim yok, Adilaa’nın söylediği rakamın biraz altında bir fiyat veriyorum, komşuların yardımıyla arada bir yerde buluşuyoruz ve elimi kurtarıyorum Adilaa’dan.

Ertesi gün iki tenekeye basılmış kavurmalarım geliyor. Seferaa yine çok kızıyor bana:

“La biz seni aç, açıkta mı goduk? Gettin Adil’e gazıklandın. Geçen sene de mütayıta gazıklandıydın, gazıklanmaya doymuyon, gendin bilin. Hadi ısıt tüpde de yiyek bari biraz.”

Evine doğru bağırıyor:

“La Mukremiiin lavaş getir la!”

 

* * *

 

O yıl dört çevre köy okulunun Baharözü’de birlikte gerçekleştirdiği 23 Nisan Şenliği dillere destan oldu. Üç köyden üç traktör römorku dolusu çocuk, Baharözü’nde buluştu. Bu defa bizimkileri Muhtar’ın traktörüyle getirdik. Her köy okulu çok güzel hazırlanmıştı kendi gösterisine.

En sonda dört köy okulunun öğrencileri bir arada, bizim küçük orkestranın eşliğinde marşlar, türküler söyleyiverince, izleyen örtülü kadınlar-kızlar okul avlusunun bir yanında, kasketliler diğer yanında birbirlerine: “Baarözü Baarözü olalı böyle gözellik görmedi vallaha la,” dediler.

 

* * *

 

Baharözü’deki dillere destan 23 Nisan şenliğimizden birkaç ay sonra okulun önünde bir müfettiş cipi park ediyor ve ellerinde birer bond çanta, kerli ferli üç müfettiş araçtan iniyorlar. Bunlar stajyerliğim için gelenler değil galiba.

“Selamünaleyküm hoca.”

Düğün değil bayram değil, teftiş zamanı hiç değil bunlar niye geldi acep? İkram edecek bir şeyim de yok lojmanda, yumurta deseler o da yok, inşallah Ayşaanada vardır.

“Hoca sen niitmişin öyle gafana göre? Çocukları Millî Eğitim’den habarsız Baarözüne gotürmüşün. Mesayı saatında, hemi de bayram günü. İzin istedin mi, gezi pilanı yaptın mı? 23 Nisan bayramını her okul gendi baaçasında yapacak gardaş, yönetmelik ne diyosa öyle olacak. Gel hele gel, bi ifadeni alak. Ama önce bi çay demle, sekiz on dene yumurta haşlayıver. Beş altı yumurtayı da tereyaana sıdırıver, garnımız aç. Daa ifade almaya Yapalı’ya, Ekincoolu’na, Baarözü’ne gideceez.”

 

 

NOT Adı geçenler:

Seferaa - Sefer Ayten. Köydeki en yakın dostum, koruyup kollayanım, bir Anadolu bilgesi. Yakın zaman önce rahmetli oldu.

Kör İmam - İmam Bahattin. Çok iyi dostumdu, çok yıllar önce rahmetli oldu. Sağ gözü biraz pörtlek olduğu için bu lakabı almıştı.

Garpuz Memed - Mehmet Yıldız, halen sağ kulakları çınlasın. Hoşsohbet, kapı komşum idi. Çok güzel türkü söyler.

Hacıyagup - Yakup Tecer. Sanırım birkaç yıl önce rahmetli olmuş. İri yarı, yakışıklı bir dostumdu.

Cingöz Sadettin - Sadettin Egepehlivan. Çok yıllar önce rahmetli oldu. Biraz safça ama çok iyi bir insan… Traktörü vardı.

Ömeraa - Ömer Ünal. Ufak tefek olduğundan Seferaa ona “gırk kilo” derdi. Halen sağ, kulakları çınlasın.

Adilaa - Adil Ayten. Seferaa’nın kardeşi. Celeplik yapıyordu, hali vakti yerindeydi. O da rahmetli olanlar arasında.

Fazlı - Köyün bakkalı idi. Lakabı, “Kör Fazlı” idi. Soyadını anımsamıyorum. Tuzu şekeri makarnayı satarken para yerine yumurta da kabul ederdi ve yumurtaları Ulaş pazarında paraya çevirirdi.

Muhtar Amed - Bu iki öykümde adı geçmiyor ama diğer öykülerimde çokça adı geçen iyi insan, iyi dost  Muhtar Ahmet Kanmış’ı da rahmetle anıyorum.

Toplam Ziyaret: 4.161.237